Eğitimci yazar Soner Atabek yazdı


Uygarlığın Kanlı Çelişkisi

Uygarlığın Kanlı Çelişkisi


Fyodor Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı... Ah, o roman! Üzerinden tam 160 yıl geçmiş olsa da, sanki bugün yazılmış gibi içime işliyor. İnsan doğasının o en karanlık, en çelişkili derinliklerine yaptığı yolculukla ruhumu altüst ediyor. Özellikle o isimsiz anlatıcının, "insan neden bile isteye kendi çıkarına aykırı davranır?" sorusu, günümüz dünyasının aynasında bir tokat gibi yüzüme çarpıyor. Bilginin ve rasyonelliğin kutsandığı bu çılgın çağda, o "yeraltı adamının" fısıltıları, kulaklarımda acı bir gerçeklik olarak yankılanıyor. Belki de hepimiz içimizde küçük bir yeraltı adamı taşıyoruzdur, kim bilir? Jean-Paul Sartre'ın dediği gibi, "İnsan özgür olmaya mahkûmdur." Ve bu mahkumiyet, bazen bizi en absürt seçimlere sürüklüyor, değil mi?

Bir düşünün, iklim krizi kapımızda, nefes aldığımız dünya çığlık çığlığa. Bilimsel raporlar isyan ediyor, veriler korkunç senaryolar çiziyor. Gezegenimizin ve dolayısıyla kendi türümüzün geleceği, köklü adımlar atmamızı gerektiriyor. Bu, apaçık bir "çıkar" meselesi değil mi? Ama ne görüyoruz? Koca koca şirketler, fosil yakıt devleri milyarlar kazanmaya devam ediyor; ormanlar kesiliyor, okyanuslar boğuluyor. İnsanlık, kendi mezarını kazdığını bile bile, yani gerçek çıkarının nerede olduğunun tam anlamıyla bilincindeyken, bunu yapmaya devam ediyor. İçim acıyor bunu gördükçe. Bu inat, bu kendi bildiğini okuma inadı, bizim için "kişisel çıkarımızdan" daha mı önemli? Dostoyevski’nin sorduğu o sarsıcı soru burada tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkıyor: "Ya, bir insanın çıkarı kimi zaman kendi için kötü olanı istemesindeyse? Ah, evet ya öyleyse…" İşte bu "ya öyleyse" beni hep düşündürmüştür. Tıpkı Friedrich Nietzsche'nin "İnsanca, Pek İnsanca"da belirttiği gibi, "İnsan ne kadar çok şeye ulaşırsa, o kadar çok şey ister." Belki de bu sonsuz arzu, bizi kendi felaketimize doğru sürüklüyor. William Blake'in "Masumiyet ve Deneyim Şarkıları"ndan bir fısıltı gibi duyulur bu çelişki: "Karşılıklı sevinçtir her şeyin sırrı, / Ama insan kendini zincirler, / Ve kendi zihninin zindanında kaybolur."

Bu paradoksun en can yakan örneklerinden biri, günümüzün kaçınılmaz gerçeği olan sosyal medyanın dinamikleri. İletişimi kolaylaştırması, bilgiye erişimi hızlandırması beklenen bu platformlar, çoğu zaman tam tersi bir etki yaratıyor; bizi birbirimizden uzaklaştırıyor, anlamlı bağlarımızı zayıflatıyor. Algoritmaların bizi kendi yankı odalarımıza hapsettiği, dezenformasyonun bir virüs gibi yayıldığı, birbirimize karşı kin beslediğimiz bir ortamda yaşıyoruz. Umberto Eco, "Sıfır Sayı" romanında, enformasyon çağında bilginin değil, gürültünün çoğaldığını söylemişti. Ne kadar da doğru! Bir tartışmayı ele alalım: Bir konuda bilimsel verilerle, mantıkla desteklenen argümanlar sunuluyor. Ama kaçımız gerçekten dinliyoruz? Kaçımız empati kurmaya çalışıyoruz? Birçok kullanıcı, kendilerine gösterilen yola doğrudan karşı çıkarak, hiçbir dayanağı olmayan, komplo teorileriyle dolu veya sırf muhalefet olsun diye uydurulmuş iddiaları savunmaya devam ediyor. Bu iddiaların kendilerine ve başkalarına zarar vereceğini bilmelerine rağmen yapıyorlar bunu. Bu, onların "çıkarı" mı? Yoksa Dostoyevski'nin bahsettiği o inat, o kendi bildiğini okuma inadı mı? Belki de haklı çıkma arzusu, sanal bir gruba aidiyet hissi, ya da sadece "aykırı" olma isteği, rasyonel çıkarın önüne geçiyor. Bazen sırf karşısındakini kışkırtmak, tahrik etmek için bilerek yanlış bilgi yaymak bile bir tür "çıkar" olarak algılanabiliyor. Mantık ve fayda beklentisi, yerini irrasyonel, boş bir tatmine bırakıyor. Bu durum, Albert Camus'nün "Sisifos Söyleni"ndeki absürtlük kavramını hatırlatır bana. Sisifos, tanrılar tarafından sonsuza dek bir kayayı dağın tepesine yuvarlama cezasına çarptırılmıştır; kaya tam tepeye ulaştığında aşağı yuvarlanır ve Sisifos her şeyi baştan yapmak zorunda kalır. Tıpkı bunun gibi, biz de sosyal medyada sürekli yeni "gerçekleri" keşfetme ve "doğruyu" yayma çabasına giriyoruz, ama her seferinde bilgi kirliliğinin ve irrasyonelliğin aynı tepeden aşağı yuvarlandığını görüyoruz. İnsanın bu absürt, anlamsız çabası, kendi kendini sabote eden, yorucu bir döngüye dönüşüyor. Gözlerim dolar bunu düşünürken; ne kadar yorucu bir döngü bu. T.S. Eliot'ın "Çorak Ülke"sinden hüzünlü bir tını gibi yankılanır bu yorgunluk: "Yüzeyde gürültü, derinde sessizlik, / Ve kalbin tam ortasında boşluk. / Bilgi nerede, bilgelikte yitirdiğimiz? / Bilgelik nerede, bilgide yitirdiğimiz?"

İşte bu yüzden Dostoyevski'nin o can alıcı sözleri, günümüz dünyasının trajik yüzünü acımasızca ortaya koyuyor: “İnsan sisteme ve soyut mantığa öylesine tutkuyla bağlıdır ki, gerçeği bilerek çarptırmaya, kulaklarını da, gözlerini de kapayıp yalnızca kendi mantığını savunmaya hazırdır.” Ortadoğu’da kan akmaya devam ediyor, nehirler adeta kırmızı akıyor. Ukrayna'da, Gazze'de, Sudan'da, İran’da, Afkanistan’da Suriye’de... Kan ve gözyaşı dinmek bilmiyor. Kendi evlerimizde sıcak yataklarımızda uyurken, bir yerlerde anneler çocuklarını kaybediyor, insanlar bombaların altında hayatta kalmaya çalışıyor. Büyük güçlerin, sözüm ona "uygar" devletlerin eli kanlı eylemleri, "demokrasi getirme" veya "terörle mücadele" gibi soyut mantıklarla savunuluyor. Bu uygarlık neyimizi yumuşatıyor? Tersine, insandaki duyguların çeşitliliğini, en acımasızca olanları bile artırıyor. Belki de bu çeşitlilik yüzünden insan kan dökmekte zevkler aramaktadır. Bu düşünce, beni derinden sarsıyor. Harari'nin "Hayvanlardan Tanrılara Sapiens"te belirttiği gibi, Homo Sapiens'in dünyayı fethetmesinin bir nedeni de karmaşık işbirliği yeteneği olabilir; ama bu yetenek, ne yazık ki yıkım için de kullanılıyor. Dostoyevski, bir asır önce gördüğü gibi, en zarif kan dökücülerin hemen hepsinin en uygar beyefendiler olduğunu söylüyor. Uygarlık, insanı daha çok kan dökücü yapmadıysa bile, en azından, eskiden olduğundan daha iğrenç, daha kötü bir kan dökücü yapmıştır. Eskiden kan dökmede bir adalet arayışı vardı, insanlar öldürmeleri gerekenleri belki de vicdan rahatlığıyla yok ederlerdi. Günümüzde ise, kan dökmeyi iğrenç kabul etsek de, bu iğrençliği eskiden olduğundan daha çok yapıyoruz. Bir yanda "insan hakları" nutukları atılırken, diğer yanda masum sivillerin bombalanmasına ses çıkarılmıyor, hatta bu eylemler meşrulaştırılıyor. Bu nasıl bir vicdan? Voltaire'in dediği gibi, "Cahillik cennettir." Ama bu cahillik, bazen bile isteye tercih ettiğimiz, gözlerimizi kapadığımız bir cehenneme dönüşüyor. Czesław Miłosz'un "Bir İtiraftan Sonra" şiirinden dizeler gibi: "İnsanlık, her şeyin ortasında, / Ne kadar az öğrendi geçmişten, / Ve ne kadar çok unuttu acıdan."

Bu ikisinin hangisi daha kötüdür? İnsanlığın bu kör nokta, bu kendi kendini kandırma hali, Dostoyevski'nin yeraltı adamının yüzyıllar önceki fısıltılarını bugün de duyabilmemizin en acı nedeni. Bu tablo, Hannah Arendt'in "Kötülüğün Sıradanlığı" kavramını akla getiriyor. Arendt, kötülüğün her zaman canavarca veya şeytani olmadığını, çoğu zaman düşüncesizliğin, kurallara körü körüne bağlılığın ve empatiden yoksunluğun bir sonucu olarak ortaya çıktığını savunur. Soykırımlar ve savaş suçları, genellikle "uygar" bürokratlar tarafından, kendi mantık sistemleri içinde "normal" görülerek işlenmiştir. Bu, günümüzdeki çatışmalarda da gördüğümüz bir durum; uzaktan kumandalı dronlarla yapılan saldırılar, düğmeye basan kişinin vicdanıyla bağını koparıyor ve kötülüğü sıradanlaştırıyor. İnsan olmanın getirdiği empatiyi, vicdanı nasıl da kolayca kaybedebiliyoruz... Franz Kafka'nın "Dönüşüm"ündeki Gregor Samsa gibi, bazen kendimizi tam da bu sistemin içinde yabancılaşmış, dönüşmüş hissetmiyor muyuz?

Peki, ne yapmalı? Aldous Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sında çizdiği tablo, bize yürek burkan bir uyarı olabilir. Huxley, insanların mutluluk ve istikrar adına özgürlüklerinden vazgeçtiği, "soma" gibi uyuşturucularla gerçeklerden kaçtığı bir distopya sunar. Biz de kendi çağımızın "somalarını" yaratıyoruz: sosyal medya bağımlılığı, tüketim çılgınlığı, yüzeysel eğlence… Bunlar, Dostoyevski’nin yeraltı adamının haykırdığı o acı gerçekle yüzleşmek yerine, bilerek ve isteyerek içine girdiğimiz kaçış yolları. Kendi irademizle, karanlıklarda arayarak öteki zor, saçma yola giriyoruz. Neden? Neden kendimize bunu yapıyoruz? Belki de Rilke'nin "Duyduğunuz her şeyin korkunçluğuna rağmen, hayat hala harika" sözündeki o "rağmen"i bulmalıyız. O zorlu "rağmen"i...

Modern Türk düşünür ve şairlerden Cemal Süreya'nın şu dizeleri de insanlık halimizi ne güzel özetler: "Biliyorum bu dünyada, / En çok kendi kendimizden korkarız. / Ne acıdır ki, / En çok da kendimize zarar veririz." Bu derinlikli sorgulamalar karşısında, ruhani bir bilgelik de bize yol gösterebilir. Mevlana'nın şu sözleri, içsel çelişkimize ve arayışımıza ışık tutar: "Sen dışarıda aradığını kendi içinde bulacaksın. / Sen ne arıyorsan, O sensin." Ve belki de tüm bu kaosun ortasında, Hz. Ali'nin hikmetli sözleri bir fener olabilir: "İnsan, dünyaya gözlerini açtığı zaman ne aradığını bilmez, ne zaman ki öleceğini anlar, işte o zaman aramaya başlar."

Bende diyorum ki; "Uygarlık bizi daha insancıl kılmadı, sadece kötülüğümüzü daha karmaşık ve maskeli hale getirdi. Çünkü insan, çıkarını bile isteye kendi yıkımında arayan, absürt bir varlıktır."

Bu sözler, yaşadığımız çağa bir nevi yanıt değil mi? Belki de aradığımız tüm cevaplar ve kaçındığımız tüm gerçekler, kendi içimizde saklıdır. İnsanlığın bu kör noktası, bu kendi kendini kandırma hali, Dostoyevski'nin yeraltı adamının yüzyıllar önceki fısıltılarını bugün de duyabilmemizin en acı nedeni. Bizler, sözüm ona modern insanlar, kendi "çıkar" dediğimiz kavramın derinliklerindeki paradokslarla ne zaman yüzleşeceğiz? Yoksa yeraltından gelen bu rahatsız edici fısıltılar, sonsuza dek ruhumuzu rahatsız etmeye devam mı edecek? Ne dersiniz, bu döngüyü kırmak için bir umut var mı içimizde, yoksa hepimiz kendi yeraltı çukurumuza mı mahkûmuz?

YAZARLAR

  • BIST 100

    9436,53%3,23
  • DOLAR

    39,64% 0,06
  • EURO

    46,05% 0,31
  • GRAM ALTIN

    4236,11% -1,27
  • Ç. ALTIN

    6829,77% -1,74
  • Salı 35.7 ° / 15.1 ° Güneşli
  • Çarşamba 38 ° / 17.1 ° Güneşli
  • Perşembe 38.4 ° / 15.7 ° Güneşli

Balıkesir

24.06.2025

  • İMSAK 03:40
  • GÜNEŞ 05:35
  • ÖĞLE 13:16
  • İKİNDİ 17:13
  • AKŞAM 20:47
  • YATSI 22:33