Tanıdıklarımızın dillendirdikleri ailemizin üzerinde kara bulutlar dolaşıyordu. Şeytanın atına binilmişti bir kere. Hiç kimse alttan almıyor, herkes kendi tezini savunuyordu. Körü körüne inatlaşma artık ayrılık getiriyordu. Her işi dağıtmak kolayda, tekrar eski haline getirmek kolay mıydı? Ailenin tekrar toplanması için baba çabalıyordu. Şartlar ağırdı. Mondros mütareke anlaşması gibiydi. Baba akıl hastası görülüyordu. Tedavi olması gerekiyordu. Kime göre, okumuş cahil evlatlara göre. Babayı darp eden evlatlar akıl hastası olmuyordu. Ama anne ile babanın tartışmasından annenin değil babanın akıl hastası sonucu çıkıyordu. Bu sayede iki kuş birden vurulacaktı. Birincisi Anneannenin talimatı yerine getirilecekti. Baba Ömer, beyin ameliyatı olmuştu. Anneannenin tabirine göre aklı yufkalaşmıştı. Önüne gelecek ilk kadına bütün mal varlığını vereceğini düşünüyordu. Bunun için çeşitli entrikalar hazırlanıyordu. Anneanneye göre önce boşanma davası açılarak mal kurtarılacak, ikincisi de baba akıl hastanesine gönderilerek, mahkemeden vasilik kararı çıkarılacak, böylece baba etkisiz hale getirilecekti. Plan işliyordu. Babadan habersiz toplantı yapılıyor ve karar alınıyordu. Babaya ameliyat sonra hayata tozpembe bakmanın cezası kesiliyordu. Ve kayınvalidemin planı gereği önce mal davası açılıyor, çocukların geleceği için alınan babanın mallarına ihtiyati tedbir kararı konularak eli kolu bağlanmak isteniyordu. Baba masumdu. Ve çocuklarını kaybetmeme uğruna yine fedakârlık yapıyordu. Okumuş, her geldiğinde yanında çalışan bayanlardan harem kurduğunu her fırsatta dile getiren küçük oğlu Artvin´in 112 acil servisin başhekimi Mehmet Hakan KILIÇ, babayı hovardalık yapmakla suçluyordu. Ve emekli parasını bu uğurda yediği iftirasında bulunuyordu. Annenin niyeti kötüydü. Evlatları kendi kıskançlık ihtiraslarına alet ediyordu. Evlatları dolduruşa getirerek babadan intikam alınmak isteniyordu. Oysa babanın emekli tazminatı beyin ameliyatına gitmiş, sağlığına bu şekilde kavuştuğu göz ardı ediliyordu. Eğer babanın ameliyatı okumuş cahillere kalsaydı Allah bilir şimdiye mezarda çürümüştü.
Evet, her zaman olduğu gibi baba yine fedakârlık yapacaktı. Ve ailenin parçalanması için bahane arayan eş ve çocukların dediğini yapmak üzere Bolu İzzet Baysal Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine gidiyordu. Hastanenin uzman doktorunun ilk muayenesine göre baba gayet sağlık ve ruhi hiçbir probleminin olmadığı söyleniyordu. Ama baba bunu yeterli görmüyor, yatırılarak her türlü testlerin yapılmasını kendi rızasıyla istiyordu.
Bu hastane, hastane olmaktan çok aynı hapishane gibiydi. Yatış kısmına geçtikten sonra hastanın dünya ile ilişkisi kesiliyordu. Hastanın üzeri aranıyor, üzerinde hiçbir şey bırakılmıyordu. Keşke telefonlar serbest olsaydı. Serbest olamazdı o zaman hasta bakıcılar keyfi davranamazdı. Saat 14.00 de başlaması gereken bahçe istirahati nöbetçi sağlık memurunun insafına kalıyordu. Nerdeyse adam adama markaj yapılarak bahçede hava alma istirahati bile kısıtlanıyordu. Hastaların moralleri bile sağlık memurlarının keyfi uygulamaları yüzünden kısıtlanıyor, manüel telefonla konuşmak mahremiyeti kalmıyordu.
Bir akşam babanın dişi sızlıyordu. Varıp sağlık memuruna iletiyordu. Öyle ya o hastaneye yatanların hepsi akıl noksanı görülüyordu. Oysa akıl noksanı olarak görülen hastaların irdelenmesinde nerde ise hepsinin bir hayat hikâyesi vardı. Onlarda problem yoktu. Asıl problemli olanlar hastalığını kabul etmeyenlerdeydi. Babada öyle görülüyordu. Yani akıl noksanı. Çocuk kandırır gibi sağlık memurları babayı dikkate bile almıyorlardı. Bu gece doktor evine gitmiş, sabah olsun da götürürüz diye uyutulmak isteniyordu. Baba sağlık memurlarının tabiriyle ben deli değilim, aklım başında dese de inanılmıyordu. Personeller birdenbire çoğalıyordu. Sanki karşılarında azılı bir mahkûm vardı. Ve mücadele başlıyordu.
Baba, bu hastanede doktor yoksa Sağlık Bakanlığına bağlı diş hastanelerinde nöbetçi doktor vardır. Onlarda tamam personel geliyor sizi götürecek denildiğinde dünyalar babanın oluyordu. Fakat baba fazla sevinemiyordu. İriyarı iki güvenlik görevlisi geliyordu. Babayı kollarından kaldırdıkları gibi pranga odasına götürüyorlardı. İşte esas acılar burada başlıyordu. Baba yalvarıyordu gerçekten dişim sızlıyor dayanamıyorum diye ama ne sesini duyan vardı. Ne merhametli olan vardı. Baba zorla zorbaların yardımıyla prangaya bağlanmak isteniyordu. Yüz kiloluk güvenlik görevlisinden biri babanın üzerine abanıyor, diğerleri de prangaya bağlıyorlardı. Baba feryadı figan ediyor ben Parkinson hastasıyım bağlamayın, üzerime abanmayın beyin pili takılı, nefes alamıyorum diye haykırsa da ne duyan vardı, nede gören vardı. Onlar ancak, kendi rahatlıkları için bir hastayı etkisiz hale getirdikleri için seviniyorlardı. Baba diyordu ben Parkinson hastasıyım eli kolu ayakları bağlı yatamam dönmem lazım diye ama nafile. İdeal bir babanın haykırışları boşunaydı.
Etmeyin, vebal altında kalırsınız denilse de kapı duvar oluyordu. O sağlık memurları demek ki vicdan merhamet konularında eğitim almamışlardı. Onlar ancak kendi rahatlıklarını düşünüyorlardı. Baba ağrılarının azalması için prangadan kurtulmak için çabalıyor, her teşebbüsünde yenilgiye uğruyordu. Odada kamera olduğu için sağlık memurları çin işkencesini uzatmıyorlardı. Yaklaşık bir saat sonra nöbetçi doktor içeri giriyor, akıllı durursan bir daha prangaya vurmam tehdidiyle prangayı çözüyordu. Saat 24.00 olmuştu ve herkes ilacını içmiş derin uykudaydı. Hiçbir hastanın olanlardan haberi yoktu. Olsaydı en azından pencereden kapıdan bakıp moral verirlerdi. Söz verip yatağa gittiğimde duygularıma hakim olamıyordum. Baba diyordu kendi kendine bu kadar cefaya değer miydi bu insan müsveddeleri diye ağlıyordu. Altı ay öncesine kadar ideal baba olarak görülen şimdi oracıktan kaçmak istiyordu. Hiç kimsenin bilmediği, uçsuz bucaksız uzaklara Azapların, acıların büyüğünü yaşıyordu. Demek ki gece gündüz çalışılarak yaşlılıkta, hastalıkta faydası olur diye okutulan doktor oğlu adamlıktan bihaber aymazların, kalleşlerin, insafsızların, merhametsizlerin piyonu oluyordu. Elbet bu hayırsız evlatta babaya çok haksızlık yapıldığını görüp pişmanlık duyacaktı fakat el ayak öpülecek baba artık yaşayacak mıydı? Dökülen sahte gözyaşlarının anlamı olacak mıydı? Allah´ım insan bu kadar mı taş kalpli olurdu. Mezarına varıp üzerindeki otları biçilirken, toprağın altında yatan baba belki görecekti ama affedecek miydi? HAYIR, HAYIR, HAYIR.
15.05.2018 Ömer Kılıç (Ömer KILIÇ tarafından yazılmakta olan 21.Yüzyılın Evlatları Romanından alıntıdır.)