Sadece bir dalga boyu yaşıyoruz hayatı.
Ömür, yaşarken ne kadar uzun geliyor.
Denizdeki dalgalar gibiyiz. Her birimiz kıyıya ulaşmak için çırpınıp, bata çıka kıyıda yok olan birer dalga.
Miselyum oluşturuyoruz dalgalar arası.
Her dalga kırıldığında diğeri onun yerini alıveriyor.
Takvimlere göre değil, yüreğindeki müziğe göre yaşamayı öğrenmek için herkesin kendi acı eşiğinde acı çekmesi gerekiyor.
Senin iyilik kriterin de ölçemiyor üstelik acı terazisinde tarttıklarını...
İşte tam burada bilincin kabul etmeye başlıyor iyilik ve acı arasındaki bağı, değişiyorsun.
Tıpkı tırtılın koza örüp kelebeğe dönüşmesi gibi...
Miselyum koza sonrası beni mi? Bendeki dik duruşu mu? Bakışımı mı seviyorsun?
Yenilgilerimi, başlangıçları, hayal kırıklıklarımı üst üste dizip dik kaldım, biliyor musun?
O bakışta kaç gram gözyaşı, kaç gram yürek, kaç gram şefkat tartıldı bilebilir misin?
Beni anlayabilecek misin?
İtaatimdeki isyanı, sevecenliğimdeki soğukluğu, yüreğim üşürken ellerimin yandığını, kendim tüy kadar hafifken ruhumun ağırlığını...
Beni anlayabilecek misin?
Niye gitmeyip kaldığımı, nasıl hâlâ gülümseyebildiğimi, uzattığın dost elini neden sımsıkı tutamadığımı anlayabilecek misin?
Denge yok bu terazide. Demek ki elmayla elma, armutla armut değiliz.
Tartılamıyoruz...
Miselyum zamanı...
Duyuyor musun?
Dallarım kırılıyor.
Hissediyor musun?
Dalgalar yitiyor...
Kozamı örüyorum artık...
F.K.