Zübeyir ÇÖMLEKÇİ


KUR'ANDA YÖNETİM

KUR'ANDA YÖNETİM


                                    KUR’ANDA YÖNETİM

          Kaynağını vahiyden alan din olgusu ve çağrıştırdığı gerçekler, insanlıkla yaşıttır. Bu itibarla din, tarih boyunca insana hitap etmiş, onu düşündürmüş, ona düzen ve disiplin kazandırmıştır.

          Tarihin her devrinde din, insan topluluklarını derinden etkileyen ve yönlendiren faktörlerin başında gelmiştir. Dine karşı ortaya çıkan düşünce hareketleri ve bunların temsilcileri, dinin önemini ve etkisini hiçbir zaman azaltamamıştır. Onun için dine karşı düşünce hareketlerinin temsilcileri (içeriden ve dışarıdan) daha çok, dinlerin dejenerasyonuna mesai harcamışlardır. Bugün de durum değişmemiştir.

          Çünkü insan, kendini ve tüm görüp yaşadıklarını, aşkın bir güce dayandırmak zorundadır. Yaratılış hamurunda bu zorunluluğu algılayan bilgisel çıkarsama mekanizması mevcuttur. Esasen fıtratındaki temel amaç ve hedef de budur.

          Kur’anda anlatılan İbrahim Aleyhisselamın, fıtratının yönlendirmesi ile Allah’ı bulmasının (En’am:6/74-83) tam benzerini, çok net bir şekilde Fransız filozof, matematikçi bilim insanı Descartesda da görmekteyiz. Çünkü Descartes; “Düşünüyorum, öyleyse varım. Bana bu düşüncenin nereden geldiğini araştırıyorum. Etrafımda gördüğüm her şey (varlık) benden güçsüz, bilgisiz, düşüncesiz. O halde bana bu düşünceyi veren benden daha güçlü ve bilgili yüce bir varlık olması gerekir” diyordu. Biri vahiy diğeri akıl ürünü gibi görünen benzer iki olay, dünyanın her yerinde insanların aynı fıtrata sahip olduğunu gösteren çarpıcı örnekler olsa gerektir.

          Bundan dolayı gerçek din / Allah’tan gelen; kesinlikle bir düşünce, siyasi / felsefi bir görüş, ideoloji veya bir doktrin olmadığı gibi hiçbir şekilde onlarla da mukayese edilemez. Böyle bir konuma indirgemek, dine yapılabilecek en büyük haksızlık ve kötülük olacaktır. Çünkü düşünce, ideoloji veya doktrin; kişiden kişiye, toplumdan topluma, hatta zamana ve mekana göre değişir. Ayrıca, bunların hepsi birer araçtır.

          Allah ve O’ndan gelen ise, bütün insanlıkla tüm zaman ve mekanları kuşatan, hakkın / gerçeğin kendisidir (Bakara:2/147-Al-i İmran:3/60-Kehf:18/29). Kesinlikle hiç kimse ve hiçbir şey için araç olamaz. Onun için din sadece Allah’ındır ve öyle de kalmalıdır. Bu nedenle Kur’an ısrarla, dinin sadece Allah’a has kılınmasını ister (A’raf:7/29-Zümer:39/11-Mü’min:40/14). Ama ilahiyat (din adına üretilen bilgiler) insanlığındır ve ulaşılan eğitim, kültür seviyesi ile orantılı olduğu kadar, zaman ve mekanla da sınırlıdır.

          Onun için adı, sanı, konumu ve statüsü ne olursa olsun; zaman ve mekanla kayıtlı, sınırlı bilgi sahibi bir varlığın sözünün / düşüncesinin / görüşünün, zaman ve mekandan münezzeh, sınırsız bilgi sahibi Allah’ın sözüne / vahye denk tutulması / Allah’ın dini gibi görülmesi ve gösterilmesi; inanan insanın asla dine yapabileceği bir haksızlık ve kötülük olmaması gerekir. 

          Buna rağmen; bizzat inandığını söyleyenler tarafından, rehber olması için anlaşılması gerektiği göz ardı edilerek, maalesef Kur’an mabet ve mezarlık kitabı, İslam da mabet ve mezarlık dini haline getirilmiştir. İslam, cami ve mezarlık dini haline getirildiği için Kur’an-ın insana ve topluma hayat veren damarları adeta kurutulmuştur. Onun yerine rivayetler, birilerinin görüş ve düşünceleri, efsane ve mitolojiler, israiliyat ve pagan kültürlerden gelen aktarımlarla zaman içinde insanların din adına kendi ürettikleri bilgiler, Kur’an-ın ve Allah’ın dininin önüne geçmiş ve adeta yerini almıştır.

          Müslümanım diyenlerin Kur’an-a yaptığı bu haksızlığı, bütün dünya bir araya gelse kesinlikle yapamazdı. Yüzyılın Bilge Kıralı Merhum Aliya İzzet Begoviç, bu konudaki serzenişini; “Anlaşılıp hayata rehber olması için gelen Kur’an-ı anlamamak için, Müslümanlar sayısız ilimler icat ettiler” diyerek ifade eder. Onun için Müslüman dünya, büyük ekseriyetle çırpındıkça batmaktadır. Halbuki bataklıktan kurtulmanın yolunun, bataklıkta çırpınmak değil bataklıktan çıkmak / uzaklaşmak olduğu, akıl sahibi her insan tarafından bilinir. Kanaatimce bu konuda aydınlığa çıkmanın ilk basamağı da her Müslümanın, okur-yazar olmakla kalmayıp okur-anlar durumuna geçmesi olacaktır.

          Tarih boyunca bütün Nebi ve Resüllere gelen vahiyler / din; “Mükemmel hale gelerek tamamlanmış” (Maide:5/3) ve Kur’anda toplanmıştır. Kur’an, kendi ifadesiyle; “Kendisinde hiçbir şüphe ve çelişki bulunmayan” (Bakara:2/2-Nisa’:4/82),İnsanlığa hayat veren” (Şura:42/52), “İnsanlığı aydınlatan” (Maide:5/91-Hadid:57/9-Teğabün:64/8-Talak:65/11), “Her şeyi  genel çerçevede açıklayan” (Nahl:16/89), “En iyi ve en doğruya ulaştıran” (İsra’:17/19), “Hakikatin bizatihi kendisi olan” (Bakara:2/147-Al-i İmran:3/60-Ra’d:13/1-İsra’:17/105), “İnsanlar için şifa ve rahmet kaynağı” (Yunus:12/57-İsra’:17/82-Fussılet:41/44), bir kitaptır.

          Kur’an-ın bu özelliği, fert bazında / bireysel olarak geçerli olduğu gibi sosyal konular (aile, toplum) için de aynı ölçüde geçerlidir. Hem de günü kurtarmak için üretilen siyasi ve felsefi düşünceler gibi değil evrensel ilkelerle tüm insanlığın hayatını kuşatarak. Onun için insanlığa rehberlik edip yolunu aydınlatmak ve yeryüzünü barış yurdu haline getirmek için makro planda evrensel ilkeler sunan Allah’ın dinini, şahsi / özel ve mikro siyasete indirgemek, Kur’an-ı hiç anlamamak demektir.

          Allah’ın iradesini ve yetkisini bir başka varlığın kullanması mümkün değildir. Onun için Allah insanı akıl, irade ve vicdanla donatmış, her konu için ilke ve ölçülerini açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. İlke ve ölçülerin uygulanmasında hata ve yanılmaları asgariye indirmek için de şura / istişare / danışma / meclisi (ortak akılla hareket etmemizi) istemiştir (Şura:42/38). Konunun öneminden dolayı Şura adında da bir sure indirmiştir. Ne var ki Müslümanlar tarih boyunca genelde monarşi yönetimlerini tercih ettikleri için Kur’an-ın şura emri yeterince uygulanıp yaygınlaşamamıştır.

          Ayrıca ilk islam toplumları Araplar olduğu için, onların toplum ve yönetimle ilgili yapıları da ilk örnekleri oluşturduğu unutulmamalıdır. Bu açıdan tarihçi-sosyolog ve beşeri coğrafya bilgini İbn Haldun’un Araplarla ilgili Mukaddime adlı eserindeki şu tespiti (özetle) çok önemli olsa gerektir: “Araplar, basit düşünen insanlara egemen olabilirler. Araplar bir bölgeye hakim olduğunda orası hızla çöker ve harap olur. Araplar ancak Peygamberlik, velilik (yanında koruyup gözeten) veya dinsel bir kaynağın boyası altında devlet kurarlar. Araplar devlet yönetimi becerisinden en uzak olan millettir”. (1991-Beyrut; s.105-106)  (İbn Haldun, toplumların özelliklerini, yaşadıkları coğrafya ve iklim şartlarıyla da ilişkilendirerek örneklerle anlatır.)

          Tüm İslam tarihi araştırıcılarının hemen hemen ortak tespiti olarak; Muhammed Aleyhisselamın cenazesi henüz ortada dururken çok acele ve telaşla bir grup sahabenin ilk halifeyi seçmek  için toplanmalarını, kısa bir süre için bile olsa yönetim boşluğunun, toplumda kaosa neden olacağını söylemeleri, İbn Haldun’un bu tezini ispatlar mahiyettedir.

(TANRI KRALI KORUSUN) KRAL DA HALKI MI?

          Bununla birlikte İslam dünyasındaki ilk kutuplaşmaların dini değil siyasi olduğu (yönetime hakim olma) çok iyi bilinmektedir. İlk üç halife zamanında gizli gizli yapılan propaganda ve kutuplaşma hareketleri (Halife Osman’ın öldürülmesi de dahil), Halife Ali ile Muaviye arasında yaşanan krizle, net çizgilerle açığa çıkmış oldu. Çünkü her iki grup da kendi liderinin halife olmasını istiyordu. Çözüm için hakem olayına başvuruldu. Hakem olayında hile ile Muaviye halife ilan edildi.

          Ancak bu olay üzerine Ali’nin tarafında olduğu halde, hakem olayını kabul ettiği için Ali’yi de suçlayan Hariciler (çıkanlar, ayrılanlar) adında bir grup daha ortaya çıktı. Hariciler; “Allah’tan başka kimse hüküm veremez” diyerek, İslam dünyasında asırlarca sürecek yeni bir tartışmanın adeta kıvılcımlarını yakmış oldular.

          Bu durum, böylece başladığı yerde (siyasette) kalmadı, zaman içerisinde itikadi (inanç) ve ameli (fıkıh) mezheplerin oluşması sağlandı. Daha sonraki yıllarda da Müslümanlar tarafından kurulan her devlet, tamamen bir mezhebin resmi devleti haline geldi. Böylece o devlette hakim mezhebin görüşü, din haline dönüştü. (Bu durum, bölgelere göre mezheplerin farklı genişlemesinde büyük rol oynadı.) Müslümanların genelinin din algısı araştırma ve öğrenmeye dayalı olmadığı için, hakim mezhebin görüşleri, o toplumda din olarak algılanır / kabul edilir hale geldi.

          Bu da yetmedi. Zaman içerisinde tarikatlar devreye girdi ve yönetimlerle içli dışlı oldular. Osmanlının kuruluş ve genişlemesinde tarikatların etkili olduğu çok açık tarihi bir gerçektir. Yönetimlere yakın olanlar imtiyazlı hale gelirken, yönetimlere mesafeli olanların çeşitli şekillerde cezalandırıldığı hatta sürgün edildikleri bile görülmüştür. Hatta Osmanlıda hemen hemen her padişahın bir tarikata bağlı olduğu bilinen bir gerçek olmasına rağmen, bazı tarikatların zikir diye yaptıkları sesli eylemlerin yasaklandığı zamanların olduğu da bilinmektedir.

          (Kanuni zamanında 500 bin dolayında nüfusa sahip olan İstanbul’da 300 dergahın olduğu açıklanmaktadır. İstanbul’un nüfusu bu dönem için farklı kaynaklarda 400 bin ile 600 bin arasında ifade edilir. Rakamlar arasındaki büyük fark, o günler için anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü Osmanlıda ilk ciddi nüfus sayımı 1893 yılına ait Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) tarafından yapılmıştır. Ancak bu bile 1882 de başlayıp 1893 de tamamlandığı (11 yıl sürdüğü) için, kesin rakamlar vermekten çok uzaktır. Çok enteresandır, bu sayımda Müslümanlar, nüfusun ancak % 20 sini oluşturmaktadır.)

          (Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar adlı eserinde, 30 Kasım 1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu'ndan önce İstanbul’da 445 tekke ve dergahın bulunduğunu, yer ve isimleriyle birlikte tarikatlarına göre gruplandırarak vermektedir. Bugün tarikat ve cemaatlerin, iktidarla içli dışlı olmak istemeleri yeni bir durum olmayıp tarihten gelen bu geleneğe dayanmaktadır.)

          Kur’an; geçmişin iyi ve kötü yönetimlerini anlatarak evrensel mesajlarını canlı örneklerle sunar. O kadar ki, Nebi ve Resüllerin kıssalarında kriz yönetimi dahil her durumda nasıl davranılması gerektiğinin ayrıntılarını bile verir. Bunları anlatırken aynı zamanda iyi yönetimleri sitayişle, kötü yönetimleri ise uyararak ve tövbeye davet ederek açıklamalarını sürdürür.

          Ne var ki, Kur’an-ın kıssalarla verdiği evrensel mesajlar; kimilerine göre tarihsel, kimilerine göre mitolojik efsanelerden Kur’an-a sıkıştırılan bölümler, kimilerine göre detayları Tevrat ve İncil’de bulunan hikayelerin özeti, kimilerine göre Bedevi Arapların şiirsel anlatımlarından uyarlamalar, kimilerine göre de Beydeba’nın Kelile ve Dimne’si ile Lafonteın’in Fablları gibi dini-ahlaki, eğitici-öğretici masallar olarak görülür. Böyle olunca da; Nebi ve Resüllerin tarih boyunca yaptıkları tevhit mücadelesi ile insanlığı kuşatan zaman üstü evrensel mesajlar, ya hiç görülmez ya da umursanmayarak satır aralarında kaybolur gider. Kur’an kıssalarına bu yaklaşımları sergileyenlerin büyük ekseriyetinin meal ve tefsir yazarları ile dini bildiğini ve anlattığını söyleyenlerin olması ise işin garabetini daha da artıran bir durum olsa gerektir.

          Kur’an-ın sosyal konularla ilgili ilke ve ölçülerinde dikkatimizi çeken çok önemli bir konunun da; asla birilerinin  (kişi / zümre / aile gibi) egemenliğini / iktidar olmalarını sağlamak değil, iktidar olanların doğru iş yapmalarını sağlamak olduğunun net bir şekilde görülmesidir. Yönetim için isimler, şekiller, kalıplardan hiç söz etmeyip yönetmenin evrensel ilkelerini vermesi, bunun çok açık bir göstergesidir.

          Ayrıca Muhammed Aleyhisselamın kendinden sonra toplumu yönetmek için hiçbir kimseyi işaret dahi etmeyerek örnek olması da asla dikkatlerden uzak tutulmaması gereken bir gerçektir. Çünkü Allah’ın Elçisi bu tutumuyla İslam’ın evrenselliğini uyguladığı gibi saltanata ve despotizme açılacak kapıları da kapattığını göstermiştir. Buna göre Allah’ın dininde kendimizden olmak şartıyla yöneticinin ve devletin adı değil, nasıl yönettiğinin / yönetildiğinin önemli olduğu gün gibi açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

          Kur’an-ın, yönetimde istediği ilkeleri hayata geçirmedikten sonra yönetimin adının ve yöneticinin kimliğinin hiçbir önemi yoktur. Nitekim, Muaviye’nin kurduğu devletin adının Emevi İslam Devleti olması, adının da halife olarak anılması, yaptıklarını meşrulaştıramamıştır. Asırlarca sürecek sayısız yanlış uygulamayı başlatmasının yanında; hile ile iş başına gelmesi, yönetimi saltanata dönüştürmesi ve şurayı ortadan kaldırması gibi Kur’an-ın ortaya koyduğu temel evrensel değerleri yok ettiği için oğlu Yezit gibi, tüm insanlık vicdanında tarifi imkansız bir şekilde mahkum olmuştur.

          Bu durum; sadece kişiler için değil aile / soy vb için de geçerlidir. Yani Nebi ve Resüllerin aile fertleri de olsa hiç kimsenin ayrıcalığı ve özel bir statüsü yoktur. Nitekim Kur’anda Ehl-i Beyt (Muhammed Aleyhisselamın ev halkı) için gelen iki ayet (Hud:11/73-Ahzab:33/32-33) bu durumu çok net bir şekilde açıklamaktadır. Çünkü bu ayetlerde onları özel bir statüye kavuşturup yetkilendirmek şöyle dursun, tam tersi; diğer insanlardan daha fazla ve daha ağır sorumluluklarının olduğu hatırlatılır ve bunların bilincinde olmaları gerektiği istenir.

          Ayrıca aile fertlerinden de olsa kendi yolunda olmayanlar için; “Bunlar senin ailenden değildir” (Hud:11/45-47-Ankebut:29/32-33-Tahrim:66/10) diyerek, Nebi ve Resüllerin açık açık uyarıldığı görülür.

          Şimdi soruyorum. Nebi ve Resülleri birinci derecede aile fertleri için eleştirerek uyaran, Ehl-i Beyt için de sadece ağır sorumluluklarını hatırlatan Kur’an-a göre, asırlar sonra Muhammed Aleyhisselamın torunları Hüseyin’in soyundan geldiğini söyleyerek kendilerini Seyyid, Hasan’n soyundan geldiğini söyleyerek de Şerif ilan edenlerin, nasıl bir ayrıcalığı olabilir?

SİZCE DE ÖYLE Mİ?

          Dini, herkesin kendi amacını gerçekleştirmek için araç haline dönüştürdüğü bir yerde artık, Allah’ın dininden söz etmek mümkün olmaz. Çünkü o zaman, Allah’ın istediği evrensel ilkelerle hareket etmek yerine, Allah adına iş yaptığı düşünülmeye başlanır. Doğuda da batıda da bu durumun açık-seçik örnekleri mevcuttur. Muhammed Aleyhisselam, kendisinden sonra toplumu yönetecek kimse için hiçbir işaret vermediği gibi oğlu Abdullah’ın kendisinden sonra halife olmasını isteyenlere karşı Halife Ömer’in; “Bir evden bir kurban yeter” diyerek cevap verdiği tarihi bir gerçektir.

          Ancak Muaviye ile başlayan süreçte, yönetim babadan oğula geçen bir saltanata dönüşmekle kalmamış, kendilerini göreve Allah’ın getirdiğini ve bunun bir kader olduğunu söyleyerek İslam dünyasında insanların sadece ellerine ve ayaklarına değil, beyinlerine ve iradelerine de pranga vuran bir sistem başlamıştır. Osmanlı Padişahlarına da zıllullah (Allah'ın gölgesi) denilerek bu anlayış farklı bir boyuta taşınmıştır. 

          Bu durumun batıda da farklı olmadığını görmek hiç de zor değildir. Çünkü dini amaç olarak gören Rus yazar Dostoyevski, “Tanrı yoksa her şey mubahtır” derken, dini araç olarak görenlerde bu durumun; “Tanrı varsa her şey mubahtır” anlayışına dönüştüğü görülür. Nitekim I.Haçlı orduları için gönüllü toplayan Keşiş Pierre adıyla meşhur Rahip Pierre l’Ermite, Fransa’da verdiği vaazların son cümlesinde şöyle der: “Tanrı, böyle istiyor”. Dünyanın neresinde olursa olsun, bugün de (sözüm ona) din adına terör eylemi yapanlar aynı şeyi söylemiyor mu?

          Çünkü “din, insan için” varken, dini araç olarak görenlerde bu durum “insan, din içindir” anlayışına dönüşmektedir. Mantık böyle işleyince de din için insan öldürmek son derece normal, hatta bir görev haline gelmektedir. Halbuki dinin muhatabı, yaşayan insandır. Onun için insanı yaşatmalı ki, muhatap olabilsin. Ayrıca dinin baskı ve zorlamayla dayatıldığı bir toplumda kesinlikle sağlıklı mü’min (inanan, güvenen, güven veren) yetişmez. Olsa olsa iyi münafık (riyakar, iki yüzlü) ve kindar insan yetişir.

          Tarihe baktığımızda dini araç haline getiren insanların kendilerince özel bir kişiliklerinin, özel bir konumlarının ve statülerinin hatta özel giysilerinin olduğu görülür. Halbuki Allah’ın dininde ne ruhbanlık, ne özel statü, ne de özel giysi ve seçkin kişi / kişiler (Nebi ve Resüller dışında) yoktur. Bugün sosyal hayatta kullanılan (seyyidlik, şeriflik, şeyhlik, gavslık, kutupluk, dindarlık, hacılık … gibi) insanların uydurduğu kelime ve kavramların da söylendiği gibi hiçbir anlamı ve değeri yoktur. 

          Allah’ın dininde sadece insan vardır. İnsanın da inanan ve inanmayanı vardır. İnanan insanların Allah katındaki derecelerinin üstünlüğünü belirleyen ise, ihlas (samimiyet) ve takva (insanı rahatsız edecek şeylerden korunma ve bunun sorumluluğunda olan bilince sahip olma) kavramlarıdır. Ancak, kimin daha ihlaslı ve takva sahibi olduğunu bilen de sadece Allah’tır.

          Allah vahyi / dini, insanlara göndermiştir, muhatap insandır. Dolayısıyla iman, ibadet ve ahlak sahibi olmak veya olmamak, insana özgü bir durumdur. Devlete özgü değildir. Yani devletin dini, imanı, İbadeti, ahlakı olmaz. Onun için inanmak-inanmamak, iyi-kötü, adil-zalim, ahlaklı-ahlaksız olmak, devletin değil devleti yönetenlerin vasıfları olur. Bu vasıfların hangisine sahip olanlar devleti yönetiyorsa devletin yönetim şekli de o olur. İşte bunun için Kur’an, devletin ve yöneticinin adından hiç söz etmezken ısrarla, yönetimin ilkelerini anlatır ve bizi bunları uygulamaya çağırır.

          Allah bizleri, “barış ve esenlik yurduna çağırmaktadır” (Yunus:10/25). Dünyayı barış ve esenlik yurduna dönüştürebilmemiz için de “yeryüzünde Salih kullarının varis olmasını istemektedir” (Enbiya:21/105).

          Bugün kendilerini bile yönetmekten aciz olan İslam dünyasının, Kur’an-ın sınır tanımayan bu evrensel mesajını doğru anladığını kim, nasıl söyleyebilir?

          İnsanlara isim olarak da verilen salih, sulh (barış) ve ıslah (düzeltme, onarma) kelimeleri ile birlikte Arapça saleha kökünden gelmektedir. saleha; doğru, yerinde, uygun, düzeltme, ayarlama, düzene koyma … gibi anlamlara gelip fesad’ın (karışıklık, bozukluk, nefret unsurları yaymak) zıddıdır.

          Buna göre Salih insan; inanan, Allah’ın koyduğu evrensel ilkeler çerçevesinde insanlar arasındaki nefreti ortadan kaldırıp barışı tesis eden, doğru, yapıcı ve onarıcı olup insanlığın hayrı için çalışan kişi demektir.

          Dünyadaki tüm mazlumların beklediği de böyle yöneticiler ve yönetimler değil midir?

          Takdir edersiniz ki, Allah’ın istediği şekilde yeryüzüne varis olacak salih insanlardan olmak, bunları sadece söylemekle ya da adımızın salih olmasıyla olacak bir şey değildir. Bunun tek bir yolu vardır. O da Allah’ın yönetim için koyduğu evrensel ilkeleri hayata geçirmektir.


          Makalemizin; “Kur’an-ın Yönetim İlkeleri” adını taşıyacak ikinci bölümünde buluşmak dileğiyle;

          Esenlikler dilerim. 

15 / 09 / 2022  -  Zübeyir ÇÖMLEKÇİ

ALİ ULVİ ÜLKER
16.09.2022 01:41:58
Kıymetli Zübeyir Hocama teşekkür ederim böyle aydınlatıcı bir makale kaleme aldığı için. Makalenin 2. Bölümünü bekliyoruz inşaAllah. Saygılarımla.

Mehmet Tanrıseven
16.09.2022 09:15:10
Zübeyir hocam dan Allah razı olsun. Harika bir anlatım ile bizleri aydınlattı. Yazılarını zevkle okuyoruz. Sağolasın, varolasin.

Vasfi Akçetin
16.09.2022 12:12:15
Sayn hocam,"demokrat"dost olarak yazılarından istifade ediyorum.Yüreğine sağlık.

Zübeyir ÇÖMLEKÇİ
17.09.2022 09:18:36
Degerli dostlarım Mehmet abi, Ali Ulvi ve Vasfi beyler; ilginiz ve teşvikiniz için teşekkür eder, saygılarımı sunarım.

cem odabaşıoğlu
23.09.2022 22:14:06
Sn. Zübeyir, zor bir alana giriş yapmışsınız, hem de cesaretle. Hem teşekkür ediyorum hem de kutluyorum; çok faydalandım. 2nci yazınızı da merakla bekliyorum. İzninizle bir düşüncemi de paylaşayım: Yönetim ilkelerine ŞEFFAFLIK/ ÖNGÖRÜLEBİLİRLİK te eklenmeli sanki. Hep düşünmüşümdür: Kainatı yaratan yüce güç, Kitabı(Kuran, Tevrat ..) göndermese idi; Peygamberleri/Salih İnsanları görevlendirmese idi, biz inanmakla yükümlü olmayacak mıydık? ( Elest bezminde anlaşma yapıldı ise, güçlünün/ bizi yaratanın bize hesap vermesi düşünülemeyeceğine göre). Kısaca, Yöneten, açık olmalı- Yönetim kurallarını açıklamalı ve açıkladıklarına da uymalı/ uyacağı güvenini vermeli diye düşünürüm. Tüm yönetenlerin de bunu örnek alması gerekir derim. Kuran'ın ' Sözünde durma prensibinin de bunun parçası olduğunu değerlendiririm) Önemli bulduğum için paylaşayım diye düşündüm. Tekrar teşekkürler, saygılar!

Zübeyir ÇÖMLEKÇİ
25.09.2022 11:10:33
Sayın Cem bey, önce ilginiz ve teşvikiniz için teşekkür ederim. Katkılarınıza da gönülden katılıyorum. Takdir edersiniz ki, konu; müstakil bir kitapla açıklanması gerekecek boyutta. İkiye bölmemin sebebi de budur. (Bir taraftan içinde bulunduğumuz durumu doğru anlayabilmek için tarihi sürecin de özetlenmesi gerekiyor.) Onun için ikinci bölümü de müsait olunca, her maddeyi ayrı ayrı değil, konunun ana ekseni üzerinden hareket ederek açıklamak istiyorum. Saygılarımla.

cem odabaşıoğlu
25.09.2022 21:17:21
İlk yorumumdaki ifadelerimi açmam gerektiğini arkadaşlarım ifade ettiler. Yanlış anlaşılmamak adına, farklı ifadelerle tekrarlayayım: Yüce Allah'ın Peygamberleri görevlendirmesi ve Kitap göndermesini de örnek almalıyız. Yaratan istese, kullarını uyarmadan da hayatı düzenleyebilirdi elbette. Ancak, Kitap ve Peygamberler göndererek, hayat hakkında, iyi- kötü ayrımında ve yaptıklarımız/yapmadıklarımızın sonuçları hakkında yol gösterdi. Yaratılışa ait geçmiş ve geleceğe dair bilgiler verdi ve yol gösterdi. Bunlar örnek alınmalı. Yönetici, yaptıkları/yapacakları ve sonuçları hakkında bilgi vermeliler ve yaptıkları da bu istikamette olmalı. Çoğunlukla, bizdeki yöneticilerin söyledikleri ve yaptıkları birbirini tutmaz ve hesapta vermek istemezler. ( İlk yorumdaki ifadelerim, Deizme kadar gitmiş, hiç istemediğim halde. Düzelteyim istedim) Kısaca, Allah, hiç mecbur değilken bu kadar şeffaf ise, kullar neden olmasın?

  • BIST 100

    10306,68%0,29
  • DOLAR

    32,27% -0,20
  • EURO

    34,78% -0,06
  • GRAM ALTIN

    2405,15% 0,50
  • Ç. ALTIN

    3898,94% 0,28
  • Pazartesi 19.5 ° / 5.3 ° Güneşli
  • Salı 24.2 ° / 6.1 ° Güneşli
  • Çarşamba 26.5 ° / 11.4 ° false

Balıkesir

06.05.2024

  • İMSAK 04:07
  • GÜNEŞ 05:49
  • ÖĞLE 13:06
  • İKİNDİ 16:58
  • AKŞAM 20:13
  • YATSI 21:47