Tüketim Tapınağında Bir Vicdan Muhasebesi
Ey Kalbi Olanlar, Dinleyin...
Bugün size içimi dökmek istiyorum. Belki siz de benzer şeyler hissediyorsunuzdur, kim bilir? Geçenlerde televizyonda bir reklam gördüm. Bir genç kız, mahcup bir sesle annesine sesleniyordu: "Canım anneciğim, yıllar önce bana aldığın o küpeler vardı ya hani, tekini kaybetmiştim. Ben onu aldım, ışıltılı bir tektaş kolyeyle değiştirdim."
O an içimde bir şeyler burkuldu. "İyi halt ettin!" diye bir ses yükseldi içimden. Sanki bu, kaybetmek üzere olduğumuz bir savaşın son çığlığıydı. Hem bir yenilginin hüznü hem de direnmeye devam etme arzusunun inatçı bir ifadesi.
Çünkü düşünüyorum da, etrafımızı saran, görünmez iplerle bizi bağlayan bir "din" var. Adı kapitalizm. İbadeti tüketmek, mabetleri o devasa alışveriş merkezleri... Hani hafta sonları şöyle bir "kaçamak" yapıp girdiğimiz, aslında pek de ihtiyacımız olmayan şeylere göz attığımız o yerler. Azizleri, o parıltılı hayatlarıyla bize "ideal" yaşamı sunan pop figürleri. Çağrısı, her yerden fışkıran, beynimize kazınan reklamlar. "Reklam, organize edilmiş umutsuzluktur," demişti Susan Sontag. Sanki sürekli bir şeylere sahip olmamız gerekiyormuş gibi hissettiriyorlar.
Hatırlıyorum, yaşlı amcalar anlatırdı. Eskiden bir dilim ekmek yere düşse, hemen alıp öperler, başına koyarlarmış. Bizde öyle büyüdük. Su, o kadar kıymetliymiş ki, bir damlası bile israf edilmezmiş. Şimdi market raflarında onlarca çeşit su var. "İndirimde!" diye etiketler göz kırpıyor. "Su hayattır," demişti Victor Hugo. Ama biz bu hayati kaynağı bile hoyratça tüketiyoruz.
Sadece ekmek ve su değil ki değişen. Hayata dair her şey yeniden tanımlanıyor sanki. Doğru, iyi, güzel... Hatta sevgi bile. Eskiden "ömürlük" denilen sevdalar, şimdi bir "kaydırma" mesafesinde. "Gerçek sevgi, ne kadar uzakta olursa olsun, kalbinin onunla atmasıdır," demişti Paulo Coelho. Ama şimdi sanki sevgililer bile birer "tüketim nesnesi" haline geldi.
O reklamdaki kızın o mahcup edası... "Tekini kaybetmiştim hani..." diyor ya. Sanki vicdanını rahatlatmaya çalışıyor. O küpeler, annesinin yıllar önce verdiği, belki de manevi değeri çok yüksek bir hediye. Ama o, ışıltılı bir tektaş uğruna o hatırayı gözden çıkarıyor.
Düşünüyorum da, aynı reklam Avrupa'da yayınlansaydı, o Anne o cümleyi böyle mi kurardı? Sanmam. Muhtemelen daha direkt olurdu: "Tekini kaybettiğim küpemi ışıltılı bir tektaş kolyeyle değiştirdim." Bu kadar. Duygusallığa, o "canım anneciğim" demeye ne gerek var ki? Ama bizde işler öyle yürümüyor işte. Hala bir kalbimiz var çünkü. Akrabalık bağları, hediyeye verilen değer, o mahcubiyet hissi... Bunlar bize ait, bize özgü.
Kapitalizmin o acımasız çarkları her yerde aynı dönüyor belki ama dili, üslubu değişiyor. Amerikalı siyah bir içecekle serinlerken, biz aynı içecekle iftar sofralarımızı kuruyoruz. İtalyan sahilde keyif yaparken, Arap çölün sıcağını onunla dindiriyor. Enteresan, evrensel ve sınır tanımaz bir "din" bu. "Dünya bir sahnedir ve bütün erkekler ve kadınlar sadece oyuncudur," demişti Shakespeare. Kapitalizm de bize sürekli yeni roller biçiyor, yeter ki tüketim çarkı dönsün.
Biz tükettikçe semiren bu "canavar", bizden sürekli daha fazlasını istiyor. "Bereket neymiş ki bu zamanda? Eldekiyle yetinmek mi? O namazı kılmadığını kimse bilmez ama bu markayı giydiğini herkes görecek. Telefonun son model değilse o toplantıda seni kale almazlar." Zokayı yutuyoruz ve çember genişliyor. "Görünür ol!" diye başlayan fısıltılar, zamanla "görünmeyeni boş ver!" çığlıklarına dönüşüyor. Mana eski bir hikâye oluyor, madde bugünün ve yarının anlamını belirliyor.
Paha biçilmez neyimiz varsa sırtımıza yüklenip o "yeni dinin tekkesi"nin önünde sabahlıyoruz. Mütevazı bir kul olmanın o güzelim haysiyetini bir kenara bırakıp, "X" bir markayla "arınmış" olarak yürüyoruz hayatın üstüne üstüne. Kim tutar bizi?
Sadece annemizin küpesini istemiyorlar aslında. Akrabaya duyduğumuz sevgiyi, hatıralarımıza verdiğimiz değeri, pahalı ve kıymetli arasındaki o ince çizgiyi de bir "tektaş" parıltısına takas etmemizi teklif ediyorlar. Kalbimize yürüyorlar!
Ama kalbimizin farkında olduğumuz müddetçe, bizi istedikleri gibi şekillendiremeyeceklerini biliyorlar. O yüzden kalbimize hitap ediyorlar. Banka reklamlarında çocukluğumuzun en güzel şarkılarına muhtaç oluşları bu yüzden. Arabadan çikolataya kadar ne pazarlamak istiyorlarsa, o tanıdık melodilerin gölgesinde sokuşturuyorlar gözümüzün içine içine. İlk aşkımızın o mahcup sesini, ilk ayrılığımızın o saf acısını, gurbetin o ciğer sızlatan ezgisini kullanıyorlar. O şarkıları o reklamlarda duyunca içiniz acımıyor mu sizin de?
"Şiir ne değildir diye bir soran olsa borsa değildir diye cevap veririm." Kalbimizden şiiri çekip alıyorlar en güzel şarkılarımızın eşliğinde, göğümüzden yıldızlarımızı topluyorlar bir bir. Korkarım şiirsiz bir kalp kalacak bize en son, bize kalpsiz bir karanlık kalacak en son, korkarım.
Ama hayır! Korkmamalıyız! Çünkü hala umut var! O genç kızın o mahcup "canım anneciğim" deyişi, içimizde bir yerlerde hala o insani değerlerin yaşadığını gösteriyor. Yanlış yaptığımızın farkındayız. O değerli küpeyi, pahalı bir tektaşla değiştirmenin "ayıp" bir şey olduğunu biliyor. "Tekini de kaybetmiştim hani..." diyor ya, aslında "kaybetmeseydim asla böyle bir saygısızlık yapmazdım" demek istiyor. İşte burası çok önemli. Yanlışı yapmayacak kadar kendimiz değiliz belki ama bahanesizce yanlış yapacak kadar da başkası olmamışız, demek ki.
Göğümüzde yıldızlar ışıldamaya devam ettiği ve şiir kalbimizden alıp başını gitmediği müddetçe, biz kaybetmeyeceğiz. Hele bir de o küpenin kaybettiğimiz tekini yaptırabilmek için o ışıltılı tektaşı satmayı göze alabilirsek, işte o gün kazanacağız!
Yaşasın annesinin yüzünü güldürebilmek için o tektaşı satan evlatlar! Var olsun şiir ve yıldızlar! Nur olsun kalbimiz!
Sevgiyle kalın…