"Kalemimin ucu kanıyor, mürekkebim acıdan damlıyor; çünkü bu yazıda, bize yaşatılan utancın her zerresi var."
Hayatımın en zor yazısını yazıyorum, inanın ki boğazım düğümlendi. Yüzlerce makale kaleme almış, dört kitap yazmış, sayısız köşe yazılarına imza atmış bir kardeşiniz olarak söylüyorum: şu an hayatımın en zor yazısını kaleme alıyorum. Kalemim titriyor elimde, sanki mürekkep akmıyor. Keşke hiç yazmasaydım bu satırları, keşke bunlar yaşanmasaydı... Ama ne yazık ki, bize bunları yaşattılar. Kim mi yaşatanlar? Dinle o zaman kardeşim, yüreğimi dökeceğim sana...
Milletin hali... Ah, o kelimeler nasıl da boğazımda düğümlendi. Cahillik, kabalık, sarhoşluk, hastalık, sefalet, vurdumduymazlık... İnanır mısın, bunları yazarken utancımdan yerin dibine geçtim. Ama sonra bir an durdum ve içimden bir ses yükseldi: "Dur! Bu utanç, bu ayıp, bu kabahat, evet, bizim de bir parçamız ama en çok onların!" Kim mi onlar? Hani şu koltuklarına sizi biz taşıdık ya, işte o koltuklarda keyif çatanlar! Siyasiler. Biz, bu millet her işini zamanında yapmaya, disiplinli, düzenli olmaya, başkalarının hakkına saygı duymaya çalışırken, siyasilere vicdanı, adaleti kim öğretecek dersin? Onların bu ruhsuz hallerinden kim utanacak? Ziya Gökalp dede, sanki bugünü görmüş de söylemiş: "Bir millet, ahlaktan mahrum kaldıkça yükselmez, yükselse bile düşer." İşte tam da bu düşüşü yaşamıyor muyuz? Kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim'de Nahl Suresi 90. ayette buyrulur: "Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." Peki, bu öğütler size neden ulaşmıyor? Ey Siyasiler! Biz, milletin cehaletiyle pençeleşirken, omuzlarımıza koca bir dağın yükünü almışken, Siyasilerin bu pervasız cehaletini kim sırtlayacak? Gözlerimle görüyorum, kalbimle hissediyorum; bu cehalet savaşında, rüşvet almak için nasıl da kuyruğa girmişler. Hani şu kutsal kitabımızda Bakara Suresi 188. ayet der ya: "Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin. Bile bile günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için rüşvet olarak hakimlere vermeyin." Sizce bu ayetler onlara bir şey ifade ediyor mu? Nasıl olur da kendilerine bunu yakıştırırlar? Hepsi bu halkın içinden çıkmadı mı? Bu toprağın evlatları değil miydik bir zamanlar? Şimdi neye dönüştüler? PKK ile kol kola girerek neyi bitirmek istiyorlar? Bu nasıl bir vefasızlık, bu nasıl bir ihanettir, söyler misin?
Ah be dostum, yüreğim kan ağlıyor! Benim unutulmuş, fakir ülkem... Ne zaman ABD egemenliğinden kurtulacak? Ne zaman kendi ayakları üzerinde dimdik durabilecek? Sanki bizim o yüce Meclisimiz, Türkiye Büyük Millet Meclisi değil de, ABD senatosu gibi çalışıyor, maşallah! Bu acizlik, bu teslimiyet karşısında ne hissedersin? Atatürk'ün o asil sözü kulaklarımda çınlamaz mı hiç: "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." Peki, şimdi bu egemenlik nerede? Kimlerin elinde? Halkımız ağlıyor, canı yanıyor, şikâyet ediyor, isyan ediyor, nefret dolu gözlerle onlara bakıyor. Ve sonra o korkunç cümle dökülüyor dudaklarından: "Mademki siyasiler böyle yapıyorlar, niçin biz de elimize geçen fırsatları kaçıralım?" Bu söz, bir feryat değil mi? Bu, son bir çığlık değil mi sence? O an, kalplerine bir iğne batmıyor mu hiç? Nasıl duymazlar bu sesi? Nasıl görmezler bu acıyı? Kanunsuzluğun, adaletsizliğin en büyük mimarı kimdir bilir misin? Bilmezler! Çünkü vicdanları körelmiş. Kanunu uygulamakla yükümlü devlet memurlarıdır! Ama onları gören var mı? Neredeler, ne iş yaparlar? Gözümle görüyorum, adaletli olmayanlar halktan adalet bekliyor. Kanunlara uymayanlar halktan kanunlara uymasını bekliyor. Kuran-ı Kerim'de Nisa Suresi 58. ayet der ya: "Şüphesiz Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." Sizce bu ne büyük bir emanettir ve nasıl zayi ediyorlar onu?
Sence onlara vicdan terbiyesini kim verecek? Adalet yollarını, insanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini kim öğretecek? Bu vatana sevgiyi kim aşılayacak onlara? Dün halkın canına okuyan kurt olanlar, bugün çobanla oturup kuzuyu yiyorlar. Bu nasıl bir düzen, canım dostum? Gözleri doymaz mı bunların? Yunus Emre dedemiz ne güzel anlatmış aslında: "Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan." Ama siz oyalanmıyor, yiyip bitiriyorsunuz, farkında mısın? Beyler, hiç mi farkında değilsiniz? Ülkemizde kültür elçileri kalmadı. Hani o bizi aydınlatacak, ruhumuza ışık tutacak insanlar? Yok oldular! Halkımız, fikri olarak derin bir uykuda; cehalet sürekli artıyor. Bununla birlikte nüfus ve fakirlik de artıyor. Devletin gücü günden güne eriyor; ahlak, fikir ve ekonomi yönünden yaşantımız, bir iflasa doğru sürükleniyor. Halkı uyandırmakla yükümlü olanlar ne iş yapıyor şimdi? Hangi lüks masalarda keyif çatıyorlar dersin? Cemil Meriç'in o keskin uyarısı kulaklarımda çınlıyor: "Kitap yüklü merkepler değil, beyin yüklü insanlar lazımdır bu vatana." Ama siz beynimizi değil, ceplerini doldurmayı seçmediler mi? Kuran-ı Kerim'de Al-i İmran Suresi 110. ayet der ya: "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; çünkü iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a inanırsınız." Peki, sizce hangi iyiliği emrediyorlar, hangi kötülükten men ediyorlar?
"Vicdanların köreldiği yerde, tarihin fısıltıları sağır bir çığlığa dönüşür ve o çığlık, fireni patlamış bir kamyonun yokuş aşağı yuvarlanışı gibi bir milletin sonunu getirebilir."
Canım arkadaşım, suç gençlerde mi sence? Hayır, asla! Suç bizdedir! Siz, gençleri nasıl eğitirseniz, onlar da öyle yetişir. Nasıl bir eğitim veriyorlar bu gençlere? Duyuyor musun, bu gençlerin suç işleme oranı dünyada birinci sırada! Bu, kimin eseri sence? Namık Kemal boşuna mı demişti: "Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini, yok mudur kurtaracak baht-ı kara maderini?" Gençliğimiz bu haldeyken nasıl kurtaracağız vatanı? Bize hep öğrettiler: "Yalan söyleme! Kimseyi aldatma! Bu davranış iyi değildir, kötüdür, günahtır!" Ama bu sözleri söyleyenler, birbirini aldatmaktan asla geri durmazlar. Gençleri, çocukları aldatırlar, yalan söylerler. Sonra yine onlara dönüp derler ki: "Kimseyi incitmeyiniz. Nazik ve terbiyeli olunuz!" Ama kendileri buna asla uymazlar. Bu nasıl bir ikiyüzlülük? Bu nasıl bir vicdansızlık? Kalbim acıyor, her bir yalanlarında bir parçam kopuyor sanki. Kuran-ı Kerim'de Tevbe Suresi 119. ayet der ya: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru sözlülerle beraber olun." Sizin sözleriniz doğru mu? Yoksa sadece menfaatlerine mi hizmet ediyor?
"Uçurumlar, yöneticilerin sağır kaldığı çığlıklardan, kör olduğu gerçeklerden doğar."
İstedikleri kadar mükemmel anayasa ve kanunlar yapsınlar ki öyle bir şey de yapmıyorlar, gözümüzle görüyoruz. Seçimlerde halka istedikleri kadar özgürlük ve yetki versinler! Eğer çocuklarımız gereken terbiyeyi almazsa, hayata bir hiç olarak girerlerse, o koca parlamentolar ve tüm sosyal hukuk var olduğu halde, genel ve sosyal hayat yine sönük ve basit kalmaz mı sence? Mustafa Kemal Atatürk boşuna dememişti: "Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır ya da esaret ve sefalete terk eder." Böyle yetişen memurlar ihmalkâr, bakanlar ise politik birer cambaz olurlar. Milletvekilleri çıkar peşinde koşarlar. Tıpkı şimdiki vekillerimiz gibi, çıkarları için parti değiştirenler, olmadık işlere imza atanlar... Okullarımız, bir milletin zihnini ve kalbini kurutan birer paralı yer oldu. Basınımız, sokaklarda kendini satılığa çıkaran makyajlı ve süslü kadınlara döndü. Halk, o tok veya aç kalabalık, kendilerine yabancı olan her şeye ve özellikle yüksek varlıklı sınıflara mensup insanlara karşı nefret, kıskançlık ve ihanet duyguları beslemeye başladı. Bu manzara sizin eseriniz, ey siyasetçiler! Kuran-ı Kerim'de Hud Suresi 113. ayet şöyle uyarmaz mı bizi: "Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur. Allah'tan başka dostlarınız da yoktur, sonra yardım da olunmazsınız." Bu apaçık bir uyarı değil mi sizce? Gözlerim doluyor bunları yazarken. Evini geçindirebilmek için her gün on beş saat çalışan, canını dişine takan insanlar varken, sizler ballı maaşlarınızla keyif çatıyorsunuz. Bir kişi dört beş yerden maaş alıyor. Bilgi desen sıfır! Sadece sizin yakınınız diye, sizin eşiniz, dostunuz diye... Liyakati de öldürdüler! Üç üniversiteden diploması olan pırıl pırıl gençler işsiz geziyor, sürünüyor. Ama sırf bakanın tanıdığı, hatta bilmem falanın kızı diye hemen işe alınıyor. Bu nasıl bir zulümdür? Kuran-ı Kerim'de Yusuf Suresi 76. ayet der ya: "...Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır." Siz kimsiniz ki liyakati hiçe sayıyorsunuz?
"Gördüm ki yozlaşan bir toplumun en büyük acısı, hakikati haykıran seslerin dahi birer fısıltıya dönüşmesidir; çünkü sağır olan kulaklar değil, vicdanlardır."
Yapmayın beyler, Allah aşkına yapmayın! Bu gidiş, yokuş aşağı fireni patlamış bir kamyona benziyor. Göz göre göre uçuruma sürüklenmiyor muyuz sizce? Ben uyarıyorum yine, defalarca uyardım, yazdım. Yüreğim kanayarak yine yazıyorum, yine söylüyorum: Bu gidiş hayra alamet değil! Geçmişten gelen fısıltılar duyuyorum. Roma'nın çöküşünde, Bizans'ın son nefesinde, Osmanlı'nın gerileyişinde hep aynı çığlıklar yankılanıyordu: Yozlaşma, liyakatsizlik, adaletsizlik, halktan kopukluk... Roma'nın kibirli imparatorları, halkının sefaletini görmezden gelip saraylarında şatafat içinde yaşarken, şehirleri yavaş yavaş içten çürümüştü. Tıpkı bugün bizim okullarımızın ruhunun kuruması gibi, onların da kurumları içini boşaltmıştı. Edward Gibbon'ın "Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi"ni okurken, sanki bugünü görüyormuşum gibi irkiliyorum. Halkın sesini duymayanlar, kendi sonlarını hazırlamışlardı, değil mi? Osmanlı'nın görkemli günleri, nasıl oldu da duraklama ve gerilemeye dönüştü? Koçi Bey Risalesi'ni açın bakın, size dertleri bir bir anlatır. Rüşvetin, iltimasın, liyakatsiz atamaların devleti nasıl kemirdiğini göreceksiniz. "Üç üniversiteden diploması olan işsiz geziyor, sırf bakanın tanıdığı diye işe alınıyor" dediğimiz her kelime, Osmanlı'nın son dönemlerindeki o acı tabloyu gözümün önüne seriyor. Fransız İhtilali'ne giden yolda, sarayın ve aristokrasinin halktan nasıl koptuğunu, onların acılarına nasıl sağır kaldığını hatırlayın. Halkın "madem onlar öyle yapıyor, biz de fırsatı kaçırmayalım" demesi, o ihtilalin fitilini ateşlemişti. Victor Hugo'nun "Sefiller"indeki o kahramanların çığlıkları, bugünkü halkımızın isyanına ne kadar da benziyor! Adaletsizliğin, eşitsizliğin insanları nasıl bir yıkıma sürüklediğini en acı şekilde anlatır o kitap. Kuran-ı Kerim'de Enfal Suresi 53. ayet şöyle demez mi: "Bu, bir kavmin kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah'ın da onlara verdiği nimeti değiştirecek olmamasındandır. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir."
Ey siyasiler! Tarihin o kanlı sayfalarına bir bakın! Orada, bu gidişatın sonu bellidir. Ya uyanırsınız, ya da bu kamyon, hepimizi o uçuruma sürükler. Kalbim bu kadar acıyla doluyken, size son bir umut kırıntısıyla sesleniyorum: Lütfen, uyanın! Bu milletin daha fazla acı çekmesine izin vermeyin!
Sizce bu gidişatı değiştirmek için hala bir umut var mı? Yoksa her şey için çok mu geç?