Hazreti İsa, kayın ağacından yapılmış haçla, çarmıha gerileceği Golgota tepesine doğru, kan ter içinde yürürken, fahişelikten kurtardığı Maria Magdelana yanına varır, şöyle der:
"Ya İsa, bırak haçını ben taşıyayım.?
Hazreti İsa da şöyle yanıtlar:
"Hayır, herkesin haçı kendisine."
Şaşırdım.
Çok uzun yıllar sonra gökyüzünde sığınak bulutu gördüm.
Doğada, yeniden beslenme olanağı bulan bu zeytinin rengini çalan kuşlar, beni çocukluğuma götürüverdi birden.
Serçenin telaşına şaşıyorum.
Bir yiyecek kırıntısı için pır konuyor, pır havalanıyor hemen, ürkekçe.
Akşamın alacakaranlığında koca çınarın üstünde toplanıyor yüzlercesi.
Bir çığlık, bir ötüş senfonisi...
Sevişmeler şipşak.
Ve sonra bir koyu sessizlik.
Bildiğim tüm masallardan topladım acıları,
yakama iliştirdim.
Denizin bereketli yılları.
Çirozun ahşap evlerin pencerelerinde lodosun sıcaklığıyla pişmesi ve tarif edilmez bir kuru balık kokusunun dar sokaklarda dolaşması...
Bir çiroz çalıp kaçıyorum.
Ayrılık insanı yoruyor.
Aynı saatte, aynı yerde, aynı insanlarla, aynı mekanda buluşmak. Onlarca gün, binlerce saat. Aynı sözler, aynı muhabbet, aynı ayrılışlar...
Ne korkunç...
Yüz yıl sonra şu gördüğüm tüm canlılar, insanlar yok olacak.
Şu bebekler bile...
Yazar-bilim adamı Comstier, zooloji kitabında ıstakozlardan söz ederken şöyle diyor:
"Istakozlar, yılda bir kez sırtlarındaki kabuğu değiştirirler. Yılanlar gibi. Kabuksuz kaldıklarında, o kadar zayıf, savunmasız ve acizdirler ki... Düşmanlarından kaçmak, korunmak için denizin dibinde, taşların arasında saklanıyorlar. Günlerce, haftalarca. Ta ki yeni kabukları oluşuncaya dek."
Istakoz günlüğünü de böyle bir sığınakta yazdı herhalde.